Son haftaların üzerinde en çok konuşulan dizisi ‘Kimler geldi kimler geçti’ hakkında ben de bir-iki kelam edeyim bari! Dizinin esas kızı avukat olunca, bir avukat olarak benim de bir şeyler söylemem gerekir sanki!
Bir kere dizide olduğu gibi öyle parti ortamında hukuk ofisleri yok bizim memlekette, en azından ben görmedim- duymadım- bulunmadım böyle bir yerde! Ofis ofis değil cafe sanki, ellerde kahveler, dilde gıybetler, kim kiminle ne zaman- nerede fingirdedi konulu muhabbetler! “Eh madem buraya kadar geldik, arada bir- iki dava dosyası bakalım”cı zihniyetler!
Modern çağda ilişkiler üzerine bir güzelleme diyebiliriz dizi için! ‘Lovebombing’ , ‘Ghosting’ , ‘Submarining’ gibi ilişki temalı tabirlerin hayatımıza girdiği günümüzde, bu tabirlerin somut halini görebiliyoruz dizide! Birbirinden yakışıklı adamlar, fıstık gibi kızlar, tek derdi kimi sevsem- kiminle sevişsem olan insanlar arasında hızla ilerleyen dizi, vakit geçirmek için iyi fikir gibi! Dizide sınıf çatışması yok, değil fakir orta sınıf bir karakter bile yok. Sabah işe gitmeden önce kürek sporu yapan, kafasına göre tatile çıkan, en lüks restoranlarda takılan, pahalı kıyafetler, takılarla dolaşan bir kitleyi seyrediyoruz. Köpeğin velayetini almak için uğraşan çiftimizi de hayretle izliyoruz!
Dizinin bence en can alıcı kısmı, Serenay Sarıkaya’nın ailesi ile olan ilişkisinin kendi özel hayatına sirayet edişiydi. Yıllarca bambaşka hayal ettiği anne-babası arasındaki ilişkinin sırça bir köşk gibi yıkılması, onun da bunu kendi ilişkilerine uyarlaması, enteresandı. Annesinin eşinden, ‘başkasına gitmesin diye ayrılmadım’ demesi, Leyla’nın da son sahnede herkesten vazgeçip kendini seçmesi on numara hareketti. Gerçi oynadığı her dizide ailesiyle arası bozuk olan bir karakteri canlandıran Serenay Sarıkaya’nın, dizinin başında ailesiyle iyi olması, ilginç gelmişti. Neyse sonradan biraz bozuldu da rutinini bozmamış oldu. Ciddi söylüyorum ya, ‘Fi’ dizisinde ailesiyle arası bozuktu, ‘Aile’ dizisinde de ailesiyle arası bozuktu, ‘Şahmaran’da da keza öyle! Bu nasıl tesadüf böyle, haksız mıyım Allahaşkına söylesenize!
Yıllar önce bir filmde tanışmıştık havuçlu kek yapan ‘Issız Adam’ karakteriyle! ‘Issız bir kadın’ımız da oldu bu diziyle, hayırlı olsun vatana millete! Köpeğiyle yaşayan, iyi kazanan ve hayatı başına buyruk, güzelce yaşayan esas kızımız, bu ara gündemin tepesine yerleşmiş vaziyette!
Günümüz fast-food ilişkilerini oldukça iyi betimlemesiyle, bağlanma ve sahiplenmenin önemine dikkat çekmesiyle ve aşkın ardından gelen ‘sevgi’nin ne kadar kıymetli olduğunu göstermesiyle yüzeysel görünen ama sanılandan daha derin bir yapım olmuş bence! Hızla akan hayatta bir an durup düşünmek, keyifli zaman geçirme ve de kalbinizle yüzleşmek isterseniz, oturup izleyin ve; “Kimler geldi kimler geçti” deyin!
………………………..*………………………………….
‘Suyun Öte Yakası’
Kaptırmış kendimizi sürüklenirken hayatın içinde, biz çalmazsak zamandan- zamanın bize kendinden zırnık vermeyeceğinin dank ettiği anlardan biriydi gitmeye karar verdiğimde!
Tükenmişlik sendromuna çeyrek kala; “Hadi kızım dedim, bırak her şeyi olduğu yere, düş keyfinin peşine!’ Rota nereye mi?
Felsefenin ülkesinde, demokrasinin doğduğu şehre; Atina’ya!
İlk gidişimdi benim Atina’ya, bu kadar da dibimdeyken oysa! Gittiğimde gördüm ki biraz fazla büyütmüşüm burayı kafamda. Öyle çok görülesi, bir daha bir daha gelinesi, yüksek albenili bir şehir değil kesinlikle. Hani nasıl desem; “Yakışıklı değil ama sempatik” denir ya işte tam da öyle!
Çok tanıdık bir şehir Atina, evet doğru kelime tanıdık! Şarkıları, melodileri tanıdık, eğlenceleri yemekleri tanıdık! Evinde hissetmek kendini denir ya, tam da öyle Atina!
Değil yemeklerin tadı, adı bile aynı suyun öte yakasında! Baklava, cacık, musakka- ne varsa aşırmışlar bizden valla! ‘Cacığımıza nereden cacık oldunuz ya, ayıptır’ dediğimde aldığım cevap şuydu; ‘Sizinki cacık- bizimki caciki!’ He yav hee, biz de yedik sanki!
Atina deyince akla ilk gelen yer Akropol tabi!
Dünyanın en ünlü Akropolis’i, M.Ö 5. yüzyılda inşa edilen Atina Akropolisi! Milattan önce 1400’lerde Mikenler, kendilerini korumak için seçtikleri bu yüksek yerde şehirlerini kurmuşlar ve bugünkü Parthenon’un bulunduğu yerde eski Athena Tapınağı’nı inşa etmişler. Yine Tanrıça Athena’nın adına yaptıkları Panathinaiko Stadyumu’nda her 4 yılda bir Panathenaic Oyunları’nı düzenlemişler. Oyun, dini bir festival, atletik yarışmalar ve kültürel etkinlikleri içeriyormuş. Evet, aklınızdan geçen doğru; bugün düzenlenen ve her 4 yılda bir yapılan olimpiyatların doğuşu, işte o zamanmış!
Atina’nın merkezi, Monastraki Meydanı! Merkez deyince büyük bir meydan yüksek binalar, gelmesin gözünüzün önüne. Alçak katlı binaların arasında bir panayır alanı gibi sanki, günün her saati kalabalık ve insanlar mutlu mesut takılıyor, ellerinde kahveleri! Alçak binalar demişken, Atina’da yüksek katlı binaya izin verilmiyor çünkü şehrin her yerinden Akropol’ün görülmesi isteniyor. Onun heybetinin önüne geçilmesi istenmiyor. Şehirde çok eski ve tarihi müzeler var ama beni en çok etkileyen yol boyu karşımıza çıkan grafitiler! Yunanlı gençler, sokak sanatı konusunda baya becerikliler. Bence şehrin en keyifli yeri, Akropolis’in hemen eteklerinde bulunan, uzun ince sokaklar, sıra sıra dizilmiş iki katlı ve cumbalı evler ve bu sokaklardaki sağlı sollu şirin tavernalardan oluşan Plaka bölgesi! Daha çok gençlerin takıldığı ve yeme- içmenin Grek tarzla bütünleştiği Psyri’de çok sevimli! Kendinizi, Akdeniz’de bir sahil kasabasında hissediyorsunuz sanki!
Yunanlılar, bizi çok seviyor! Duymuştum sevdiklerini ama ne yalan söyleyeyim, beklemiyordum böylesini! Türk olduğumuzu öğrenince, bir sevinme, bir sahiplenme, duygular şelale! İstanbul deyince, bir tuhaf oluyorlar hala, acısı hala yüreklerinde! Gerçi 5 milyonluk Atina’yı toparlayamamışlar hala İstanbul’u nasıl idare edeceklerdi acaba!
Yüzyıllar boyu, bizi düşman etmek isteseler de, birbirimize düşürmek için büyük çaba sarf etseler de aynı kültürün, aynı bölgenin insanlarıyız biz! Hani ‘aileden olmak’ denir ya, aslında tam da öyleyiz! Baklava- musakkayı kaptırmışız, kadayıfla gül lokumunu da kabullenmişiz ama Karagöz ile Hacivat’ı görünce orada, valla acıdı içimiz! E bu kadar kaynaştıksa madem;
Plaka 34- Konstantinopolis, 82- de Atina olsun, rahatlayalım hepimiz!
……………………………….*………………………………..
Tanrılar Çıldırmış Olmalı
Atina demişken ondan bahsetmemek olmaz tabi!
Atina’nın koruyucusundan, savaş- zeka- strateji tanrıçası Athena’dan!
Tarihin en eski medeniyetlerden birine, koca bir şehre adını veren Athena’nın neden şehrin koruyucusu olduğuna dair efsaneyi biliyor musunuz?
Tanrıların evi olan Atina şehri yeni kuruluyormuş. Her şehrin bir tanrısı olması adettenmiş ya almış herkesi bir merak, acaba buranın tanrısı kim olacak!
Farklı farklı yarışmalar düzenlenmiş, elemelerden geçilmiş ve finale iki tanrı- Poseidon ile Athena kalmış. Jüride bulunan tanrılar, şehre en büyük hediyeyi verecek olan tanrıyı, şehrin tanrısı olarak seçeceklerini açıklamışlar. Kendine son derece güvenen Poseidon öne çıkarak üç başlı mızrağını yere vurmuş, yer yarılmış ve bir at ortaya çıkmış. Poseidon atı herkese göstererek; “Bu evcil bir attır, insanı yorulmadan istediği her yere götürür, onun yüklerini taşır” demiş. Bütün tanrılar büyülenmiştir bu hayvan karşısında. Athena ise küçük bir gülücük atarak bir adım öne gelerek ünlü mızrağını yere saplamış. Mızrağın saplandığı yerden bir filiz çıkmış ve hızla büyüyerek bir ağaca dönüşmüş. “Bu bir zeytin ağacıdır” demiş Athena, “Meyvesi olan zeytinin saymakla bitmeyen özellikleri vardır. Zeytini yiyebilirler, yemeklerine katabilirler. Yağını yapıp yakarlar, geceleri aydınlatırlar. Yemeklere dökerler, çok güzel lezzetler elde ederler. Aynı zamanda bozulmaz ve bozulmasını istemedikleri yiyecekleri saklarlar. “
Bütün tanrılar bakakalmışlar bu ağaca. Tebrik etmişler Athena’yı, şehir artık onun himayesindeymiş. Poseidon ise bir tanrıçaya yenilmenin tüm siniriyle üç başlı mızrağını dağa fırlatmış. Tapınağa çıkan dağdaki izin, o mızrağın izi, Athena’nın o meşhur ağacının da Akropol portikosunun hemen yanında duran zeytin ağacı olduğuna inanılıyor.
Mevzunun efsane kısmı böyle, gelelim efsanenin gıybet bölümüne;
Tanrıça da olsa kadın kadındır sonuçta! E işin içinde kadın olunca, kıskançlık, aşk, entrika da olacak illa! Bakın konu, Türk filmi tandansında gündüz kuşağı programlarına dönüyor burada;
Büyük aşklar nefretle başlar derler ya, bizim Athena ile rakibi Poseidon da öyle olmuş, birbirlerinden etkilenen çiftimiz evlenmiş. Onlar erdi muradına, biz de çıkacağız kerevetine diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Mahallede pardon şehirde Medusa isimli güzeller güzeli bir kadın yaşıyormuş. Athena ile evli olan denizlerin tanrısı Poseidon Medusa’dan çok etkilenmiş fakat ölümlü olduğu için Olimpos’a rezil olmamak adına aşkını içine gömmeye çalışmış. Lakin tanrı da olsa bir yere kadar, bir gün dayanamamış ve Medusa’ya tecavüz etmiş, Medusa da hamile kalmış. Eh tabi çarşı da karışmış. Güzelliğine ve zekâsına oldukça güvenen, savaş ve strateji tanrısı Athena yaşananları duymakta gecikmemiş ve maalesef bu utanç verici olayın hesabını kocası Poseidon’dan sormak yerine Medusa’yı sivri dişli, saçlarının yerinde yılanlar olan bir yaratığa çevirir. Yılan saçlarıyla Medusa, Athena’nın laneti yüzünden baktığı yeri artık taşa çeviriyormuş. Poseidon ise halinden memnunmuş, uğruna kadınlar savaşırken, o bunun keyfini çıkarıyormuş. İçindeki öfkeyi, kıskançlığı bir türlü dindiremeyen Athena, sonunda Medusa’yı öldürtmüş.
Ne kadar tanıdık geldi değil mi? Kendisini aldatan kocasını suçlamak yerine, 3.kişiyi suçlamak, onu cezalandırmak, evdeki düzeni bozmaktan kolay tabi! Yahu sen Bihter Ziyagil’sin pardon Tanrıça Athena’sın kendine gel! Aldatan adam, oturuyor yerinde, onunla olan kadın yılanlı saçlarıyla öldürülüyor vahşice! Kadın olmak zormuş efsanelerde bile!
O yüzden çok seviyorum bu sözü;
“Kadınlar üzüm gibidir, davranışınıza göre ya şarap olur ya sirke!
………………………………*…………………………………
HAFTANIN EN’LERİ
Haftanın Tazminatı: Bir röportaj sebebiyle verildi! 10 yıldır bitkisel hayatta bulunan ünlü Formula 1 yarış pilotu Michael Schumacher’in ailesi, yapay zekâ tarafından yapılan bir röportajdan ötürü, bir Alman dergisinden 200 bin Euro tazminat kazandı. Schumacher, Aralık 2013’te bir kayak kazası geçirmiş ve felçli haliyle bugüne kadar görüntülenmemişti. Lakin Alman ‘Die Aktuelle’ dergisi, Nisan 2023’te ‘Michael Schumacher ile ilk röportaj’ başlıklı bir yazı yayınlamış, röportajda yer verilen sözlerin yapay zekâ tarafından üretildiği ortaya çıkmıştı. İşte bu sebeple Schumacher’in ailesi, dergi aleyhine açtığı davada tazminat aldı. Valla iyi yapmış aile, bu bildiğin nitelikli dolandırıcılık, hem de aleni şekilde, göz göre göre!
Haftanın Uyarısı: Oldukça şaşırtıcı! Yapılan araştırmada düzenli balık yağı kullanımının, sağlıklı kişilerde inme ve kalp hastalığı riskini artırabileceği ortaya çıktı!
Balık yağı takviyesinin, kalp rahatsızlığı bulunan kişilere faydalı olduğu, kalp sağlığı iyi olan kişilerde ise inme ve kalp rahatsızlığı riskini artırdığını ifade edildi. Demek balık yağı kullanacaklar, önce kalbine baktıracak- kalpsizler mi, kalpleri kırık mı tespit edecekler sonra bu yağ işine girecekler!
Haftanın Evliliği: Yok artık dedirtti! ABD’nin Philadelphia şehrinde yaşayan bir çift, 100 yaşında dünyaevine girdi! İlişkileri 9 yıl süren çift, bu yaşta evlenmeleri sebebiyle Guiness Dünya Rekorları’na başvurdu. Valla ne diyeyim, akıl- fikir mi dileyeyim yoksa ‘evlilikte keramet vardır’ diyenlerin vardır bir bildiği diye mi düşüneyim, bilemedim. Yok ya ben akıl- fikir dileyeyim, en mantıklısı bu, kabul edelim!
Haftanın Kaybı: Çocukluğumuzdan bir yaprak daha kopardı! Televizyon dünyasının ünlü isimlerinden Erkan Yolaç, uzun süredir tedavi gördüğü hastanede 89 yaşında vefat etti. Tek kanallı televizyon döneminin en meşhur yarışmalarından ‘Evet- Hayır’ yarışmasının ünlü sunucusu, beyefendiliği, keskin zekası ve hazırcevaplılığı ile gönüllere taht kurmuştu. Mekanı cennet olsun inşallah, nurlarda uyusun!
Haftanın Cenazesi: İran’dan kalktı! helikopter kazasında hayatını kaybeden İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Tahran’da yüzbinlerce kişinin katıldığı cenaze töreninin ardından Meşhed kentinde defnedildi. Yerine geçeceği söylenen isimlere bakıldığında İran’da yeni bir dönem başlayacak gibi sanki! Suudi Arabistan’daki reform hareketlerinden sonra sıra belki İran’dadır, neden olmasın ki!